Anlatmak / Anlatmamak


Bazılarımız hatalarını ve zaaflarını kolayca paylaşır. Hatta en yakın dostlarımızı genellikle bu paylaşımlar için kullanırız. Halimizden anladığını bildiğimiz bir insanla, iki saatlik aralıksız bir sohbetin yatıştıramayacağı pek az dert vardır doğrusu. Biz anlatırız, karşı taraf hak verir. Bazen meselemizde bizi tetikleyen bir düşman söz konusudur ve onun karşısında anında birleşilir. Ne de olsa birlikten kuvvet doğar. Bazen de dertleştiğimiz dostun bize iyi gelen telkinleriyle, o buluşmadan kendimizin daha sakin, daha kendine güvenli bir haline dönüşerek ayrılırız.

Peki ya hatalarının ve zaaflarının bal gibi farkında olan, ama bunları gündem maddesi yapmaktan içi sıkılanlar? Bu bizi daha mutsuz, daha güvensiz, daha yalnız mı yapar? Kendi kendimize notumuzu kırdığımız için başkalarına da pek bahsetmek istemediğimiz taraflarımız, ele güne karşı kuyruğu dik tutma çabamızın altına mı saklanır? Hatayı veya zaafı bir başkasıyla masaya yatırmak mutlaka bir çözüm bulmak için midir? İnsan nereye kadar çareyi kendi içinde aramalı, ne zaman yardım istemeli?

En yakınlarımız ve dostlarımız, kişiliğimizin her türden haline tanık olduğu halde, yine de bizi seven insanlardır. Keyfimiz yerinde mi değil mi, bazen bir bakışımızdan anlayıverirler. Anlaşılmak kuşkusuz büyük bir lükstür. Hele de konuşmadığımız, açıklamadığımız halde anlaşılmak. Ama kimi zaman en büyük konuşmalar kendi kendimizle yaptıklarımız değil midir? Bazen yıllar değil de, bize kimbilir kaç kere söylendiği halde, bir şeyi ilk kez kendi başımıza fark ettiğimiz durumlar büyütmez mi bizi?

Bu yazı çok soru soruyor ama cevap vermek istemiyor. Çünkü sanırım bu yazının yazarı, hepimize uyan tek bir cevap olabileceğine inanmıyor.

Ege

Comments are closed.