Bir gün onun hakkında böyle bir yazı yazacağımı aklımdan bile geçirmediğimi fark ettim bu sabah. Oysa hayatın bizleri sessiz sedasız kayırdığı durumlardan olan ‘sıralı ölüm’ gereği, bu yazının ondan daha genç biri tarafından yazılmasında şaşılacak bir şey yok. Asıl şaşırtıcı olan, Atilla Aksoy’un ondan katbekat genç nice insandan daha genç bir ruha sahip olmasıydı bence. Ölüm haberini 20 yıl sonra da alsam bu işte bir saçmalık olduğu duygusu yakamı bırakmayacaktı.
Ajans başkanım, akıl hocam, fikir arkadaşımdı. Giderek daha büyük fontlarla altı çizilen prestijli, seçkin, elit gibi sıfatların, olsa olsa ilkokul düzeyine hitap eden cingılların, bayağılığın ve külhanbeyliğin norma dönüştüğü bir sektörde, onun bambaşka bir kaygısı vardı: Kalite. Çünkü kalitenin zenginlikten son derece bağımsız ve çok daha değerli olduğuna inanıyordu bence. Asıl zenginlik, ekonomik açıdan her sabah papaya yemeyi karşılayacak durumda olmak değil, kendi halinde, ucuz ve iddiasız Amasya elmasının bile iyisini seçmeyi bilmek ve tadını çıkarmaktı mesela. Şartlar ve bütçeler ne olursa olsun, anlamın, gerçeğin ve kendine karşı dürüst olmanın peşindeydi o.
Dünyanın dört bir yanından onca başarılı reklam kampanyasını seçip bir araya getirdiği, birçok reklam gurusundan alıntılar yaptığı, taktikler verdiği bir sunumun sonunda, en son kareye ne koymayı tercih etmişti dersiniz? Bir yumurta. Sonsuz fonda, tek başına, bir küçük yumurta. Bu son derece sıradan ürünün, onun için her açıdan mükemmeliyeti temsil ettiğini anlatmıştı sonra. Hem içerik hem de form olarak ne eksiği ne fazlası olan ‘tam’ bir şeydi yumurta. Ve bir insanın en basit, en sıradan şeylere bakma şeklimizi ne kadar derinden etkileyebileceğini ben Atilla Aksoy’dan öğrendim. Öğrendim dedim ama, onunla ilgili anılarımın, düşüncelerimin ve duygularımın çok çok ufak bir parçasını yansıtan şu yazıyı görse, eminim yarı yarıya kısaltmamı isteyip yollardı beni odasından. Öğrenmek ve öğretmek onun için asla bitmeyen fiillerdi.
Diyelim ki yarım saat sonra, kısaltılmış metnimle, hevesli bir öğrenci gibi yeniden giderdim yanına. Bilgisayarının başına oturmuş, pek sevdiği sigarası yanındaki kül tablasında, her sözüne muziplik katan pos bıyıkları, yakın gözlüklerinin ardında iyice büyüyen cin gibi bakışlarıyla, yine bir şeyler bulmuş, çoktan ilgisini çeken yepyeni bir yazıya, kitaba, müziğe kaptırmış olurdu kendini. Seslendirme sanatçılarına taş çıkartan sesiyle ‘’Muazzam!’’ derdi. Heyecanı genç, merakı her dem taze. Biz gençlerden daima birkaç adım önde.
En sevdiği sözlerden biri, Miles Davis’in, ‘’Hayatta önemli bir şey yaptınız mı?’’ sorusuna verdiği ‘’Eh, müziği beş-altı kere değiştirdim’’ cevabıydı. Sadece reklamcılıkta değil hayatta da daha iyi bir şeyler üretmek ve sıradanlığa teslim olmamak için birlikte mücadele ettiği nice çalışma arkadaşının, can dostunun, çok emek verdiği sayısız öğrencinin bir araya geldiği cenazenin burukluğu henüz terk etmedi beni. Buna rağmen içimden bir ses, onun kesinlikle loş ve dumanaltı bir yerlerde, elinde bir kadeh şarap, aynı kumaştan biçildiği Miles Davis’le, nihayet koyu bir sohbette olduğuna yemin ediyor.
Bu şekilde hatırlanmak ise sanırım şu hayatta sadece Atilla Aksoy’a ait olabilecek bir ayrıcalık…
Ege