Uzun zamandır gitmek istediğiniz bir fotoğraf sergisindesiniz. Gayet tabii müzenin bir kapanış saati olduğundan sınırlı zamanınız var. Heyecanlısınız. Tam fotoğraflara bakmaya başlayacakken bir çerçeve yere düşüp tuzla buz oluyor. Şaşkınlık içinde kalakalıyorsunuz. Görevliler gelip olaya müdahele ediyor ve herkesten özür dileyerek gezilerine devam etmelerini rica ediyorlar. Ne yapardınız? Zaten sınırlı olan o vaktinizi o çok istediğiniz diğer fotoğrafları görmek için mi harcardınız yoksa sizin tamamen kontrolünüzün dışında gerçekleşen bir olaya kafayı takıp bütün vaktinizi o düşen resmin önünde mi geçirirdiniz?
Aslında hayat bence buna benziyor. Herkesin yapmak istediği bir şey var kendine göre ve belirli de bir zamanı. Tıpkı düşen çerçeve gibi kontrolünüzde olmayan olaylar, kazalar var. Bu bazen sizi de içine alan ilişki problemleri, bazen yalnızca tanık olduğunuz tatsızlıklar olabilir. Bütün bunlara gereğinden fazla kafa yorup kendimizi onlarla tanımlarsak işimiz zor. Zira hayat bize sürekli bunlardan verecek.
Müzede gezmeye devam edin. Güzel bir fotoğrafın önüne geldiniz. Tadını çıkarmak istiyorsunuz. En dibine kadar yaklaşıp öyle mi bakardınız yoksa biraz geri durup geniş açıyla mı? İşte hayatımız, ilişkilerimiz ve problemlerimiz söz konusu olduğunda da, o açıyı kaybetmemek gerek.
Bu defa bir dağa çıkın. Ve zirveden kendinizle birlikte tüm hayatınıza bakın. Hayallerinize, hedeflerinize, tutkularınıza, ilişkilerinize, sizi siz yapan her şeye. O takıldığınız şey hala kocaman görünüyor mu?
Bundan sonra bir şeye canınız sıkıldığında ya müzeye gidin ya da dağa çıkın. Ne yapacağınızı biliyorsunuz, biraz geri, biraz yukarı.
Begüm
P.S: Derin Dündar, her zaman beni yukarı çektiğin için teşekkürler.