Geçenlerde bir arkadaşım ilginç bir terapi etkinliğinden bahsetti. Şehirden uzak, denize yakın, sakin ve sessiz bir beldede, içinden çıkamadığı dertlerini paylaşıp çözmeye gelen grup üyeleri ilk 2 gün teker teker travmalarını anlatmış, uzun uzun yaralarından bahsetmiş. Herkeste paylaşma isteği, anlaşılma arzusu, dinlenilmenin verdiği mutluluk…
Ne var ki 3. günden itibaren her şey bir anda değişmiş. O güne dek grubu büyük bir kabullenme ve anlayışla kucaklayan terapist, herkesin acısı ve travmasıyla açıkça dalga geçmeye başlamış. Diyelim bir katılımcının derdi annesini erken yaşta kaybetmiş olmak olsun. Onun ‘yeterli şefkati görmedim, saçımdan okşayan olmadı, anne sevgisini tadamadım’ ve benzeri yakınmalarını almış, ‘tamam, bunları göremedin, yaşayamadın. Eee? Ne yapalım yani? Kaç yaşına gelmişsin, oturup senin için daha kaç gün ağlayalım? Sen kendin için daha kaç gün ağlayacaksın? Annesizliği kendine daha ne kadar bahane edeceksin?’ ve benzeri yorumlarla katılımcıları, kelimenin tam anlamıyla, alt üst etmiş. Diğer yandan, bu tutundukları ‘acılı hikaye’ her ne ise, onun bugüne dek ne türden faydalarını gördüklerini de sormuş terapist. Belli yoksunluk ve sıkıntıların, burs veya maddi yardım şeklindeki kayrılmalardan tutun da, etraftan ekstra ilgi veya hassas yaklaşım olarak telafi edildiği nice durumu hatırlamalarını istemiş. Sonunda katılımcılar oturup kendilerine yeni bir hikaye yazmaları gerektiğini görmüş. Kurban rolünden çıkmaya cesaret etmiş.
Bu türden bir terapi herkese göre olmasa gerek. Yine de ben çok etkilendim. Kendi hikayelerimi sorguladım birkaç gün. Tanıdıklarımın hikayelerini sorguladım.
Sizin hikayeniz nelerden mustarip? Hangi acıları ayrılmaz bir parçanız olarak görüyorsunuz? Geçmişin hangi travması, hala bugününüze gölge düşürüyor? Daha ne kadar düşürecek? Daha ne kadar acı çekeceksiniz? Başkaları sizin için daha ne kadar üzülecek?
Ege