O, karnavalın ülkesinden geldi, ben Boğaz’ın lacivertinden. Geçen haftayı 12 yıl önce yaşadığım şehirde, 12 yıldır görmediğim can dostumla birlikte geçirdim. Sanki aradan koca koca yıllar değil de sadece birkaç gün geçmiş gibi kavuştuk birbirimize. Şehrin gri ve yaşlı sokaklarında, geniş ve coşkulu bir nehir gibi aktık. Ne çok yaşamışız, ne çok şaşırmışız, hepsini anlatmak ve dinlemek günlerimizi aldı. Bazen de sessizliğin dilinde anlaştık. Mesela en sevdiğimiz müzedeki vals heykelinin önünde, doğru ellere düşerse bir parça taşın bile dans edebileceğine yemin ederek.
Kahkahalarımızın ve gözyaşlarımızın arasında bir an geldi durduk ve yine birlikte fark ettik: Bu şehirde yapacak hiçbir alışverişimiz olmadığı için özgürüz. Oradan alıp yanımızda götürmek istediğimiz tek şey güzel anılarımız olduğu için özgürüz. Birbirimizi tanıdığımız, olduğumuz gibi kabul ettiğimiz, en çok da dinlediğimiz için özgürüz. Ve bu özgürlük aynı zamanda tek zenginliğimiz.
Esirgeyen Gökyüzü romanında Bowles şöyle der: “Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Ama hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. Aslında çok az tekrarlar. Çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, öyle ki, hayatınızı onsuz düşünemediğiniz, sizi derinden etkilemiş bir öğleden sonrayı, daha kaç kez anımsayabilirsiniz ki? Belki dört, beş kez daha. Belki o kadar bile değil. Dolunayın çıkışını daha kaç kez izleyebileceksiniz? Belki yirmi. Ama yine de her şey sonsuzmuş gibi gelir.”
Bu bir hafta benim için anılarımın zenginliğini yeniden keşfettiğim büyülü bir zaman yolculuğu oldu. Yeniden hatırladım, yeniden sevdim geçmişi. Ve düşündüm ki zamanın kaybolup gittiği belki de bir yanılsamadır. Eğer hatırlayabiliyorsak, bizi kendimize daha çok yaklaştıran her seçim bir nefes kadar uzaktır sadece. Ve en değerli mücevherler bile hatıralarımızın yanında donuk, anlamsız kalır.
Ege