Asosyal Medyalar


Geçenlerde okuduğum ilginç bir yazı, okurları sosyal medyayı terk etmeye davet ediyordu. Küçük bir arkadaş grubuyla meseleyi masaya yatırdığımızda konu konuyu açtı ve başka ilginç bilgiler de ortaya döküldü. Bilenlerin Master of None adlı şahane diziden hatırlayacağı senarist, oyuncu ve yazar Aziz Ansari’nin Modern Romance adlı kitabına vardı sohbet. Modern zamanlardaki ilişkilere daha yakından bakan bu kitap, sadece Ansari’nin kahkahalar attıran gözlemleriyle sınırlı kalmıyor, psikoloji ve sosyoloji alanından bilim insanlarının görüşlerini ve yapılan son araştırmaların sonuçlarını da ustaca konuya dahil ediyor. İşte bu kitaba göre, yeni nesil (yani ‘millennials’ tabir edilen 2000’li yılların çocukları) spontanlık konusunda epey sıkıntı çekiyormuş. Biri size bir şey söylediğinde cevabı yapıştırıvermek, taşı gediğine koymak, hatta o an söz konusu olan duruma uygun bir espri patlatıvermek gibi anlık beceriler sergileme ve zihinsel bağlantılar kurmada, önceki nesillerden daha yetersiz olduğu gözlemleniyormuş gençlerin. Tam da bu yüzden yeni neslin mesajı konuşmaya tercih ettiği tespit edilmiş. Nedeni açık: Yazılı bir mesaja cevap vermek için istediğiniz kadar bekleyebilir, ne cevap verirsem ne gibi bir tepkiyle karşılaşırım diye sonsuz düşünüp taşınabilir, arkadaşlarınıza danışabilirsiniz.

Etrafımızdaki yeni nesil örnekleri farklı olabilir, bu genellemeye uymayabilir. Ama belli ki dünyanın birçok yerinde buna benzer geniş bir genç kitle var. Onlar sosyal medyanın da en yoğun kullanıcıları. Kendilerince en iyi hallerini temsil etmek için saatler harcadıklarını tahmin edebiliyor insan. Ama bir küçük yorumdan, bir bakıştan, bir ufak hareketten de özlemlerini, meraklarını ve korkularını okuyabiliyor. İleride ya ünlü ya zengin, hatta mümkünse ikisi birden olmayı isteyen o kadar çok ergen var ki… Sınırsız bir dünyanın yapay sınırlarına hapsolmayı seçmek bu. Benzemek, onaylanmak, beğenilmek üçgeninde kendi olmaya cesaret edememek belki de.

Sosyal medya bunun neresinde derseniz, bana öyle geliyor ki tam kalbinde. Cal Newport’un da işaret ettiği gibi, eskiden büyük bütçeli şirketlerin ilgi alanına giren ‘branding’, marka yaratma endişesi, sosyal medya sayesinde hepimizin ortak endişesi haline geliverdi. Her birimiz seçtiğimiz sosyal medya kanalından sesimizi ve görüntümüzü duyurmanın peşindeyiz ne zamandır. Kimsenin kimseyi fazlaca ciddiye almadığı, en çok gürültüyü çıkaranın en büyük kitleyi peşine taktığı bir devirdeyiz. Oluşturduğumuz kimlikler düşünüp taşınmaların, ince hesapların, en iyi ışığı veren fotoğraf karelerinin, denenmiş ve ezberlenmiş gülümsemelerin eseri – ‘Millennial’ olmayanlarımız için bile! ‘En iyi’ halimizi göstermek, kendimizi ‘en etkili’ şekilde ifade etmek ve ‘en akıllıca’ yorumu yazmak için bolca vaktimiz var. Ve şimdilik görünen o ki yeni nesiller de bu durumu değiştirmeye pek hevesli olmayacak.

Başkalarını inandırmak için çaba harcamak zorunda olduğumuz hiçbir halin doğal ve samimi olmadığını biliyoruz içten içe. Muhtemelen ne sandığımız kadar iyi, ne de korktuğumuz kadar kötüyüz. Her birimizin dünyaya ve diğer insanlara sunabileceği o kadar çok ve ilginç yeteneği varken, görünme ve gösterme arzumuz,140 karaktere en zeki şekilde sığma kaygımız, hayatımızın o en biricik anlarını kalp atışlarımızın gümbürtüsünü hissederek yaşamak yerine, birilerinden beğeni almak üzere kullanmamız sizce de hüznüyle içimizi sızlatan roman kahramanlarına benzetmiyor mu bizi…

Ege

Comments are closed.