“Geçen yaz, fizikçi David Bohm’un “Düzen, Bilim ve Yaratıcılık” (Order, Science, and Creativity) isimli kitabını okudum. Şempanzelere boya vermişler ve onların başka hiçbir şey yapmadan, hatta yemek yemeyi bile unutarak, yalnızca resim yaptıklarını keşfetmişler. Nefret edilen kelime “yaratıcılığın” akışını bozan tek şey, resim yaptıkları için onları ödüllendirmeye başlamaları olmuş. Şöhretin insanlara ne yaptığını hayatımda defalarca gördüm…” —Hedda Sterne
Ünlü olmakla ilgili bir yazıda denk geldiğim bu alıntı, şöhret tutkumuzun bize nelere mal olduğunu çok güzel özetliyor. Niyetimiz, nereye varacağını bilemediğimiz heyecanlı bir seyahate çıkmak olsun mesela. Başlangıçta amaç sadece şaşırmak, keşfetmek ve keyif almakken, toplumsal düzen ve grup dinamikleri hepimizi aynı coğrafyaya yollamaya meyilli: Şöhret, ödül veya takdir cumhuriyetine. Varış noktası adeta otomatik olarak seçilmiş. Hepimizin yola çıkma amacının muhakkak bu ülkeye varmak olacağı daha baştan kabul ediliyor.
Yaptığımız işlerle dikkat çekmek ve takdir edilmek, hepimizin hoşuna gidiyor. Ödüller doğru yolda olduğumuzun, üstelik başkalarından daha hızlı gittiğimizin kanıtları oluyor. Belli bir tanınırlığa ulaşmak, bize işimizi daha iyi yaptığımızı düşündürtüyor. Sanki hayatı bir dağ olarak pazarlamışlar, biz de ha babam tırmanıyoruz. Çünkü tırmanmaya şartlanıyoruz.
Peki ya bir deniz olsa hayat? Engin, dalgalı, hatta bazen fırtınalı, ama kimsenin, hiçbir köşesinde, tırmanacak bir zirve bulamayacağı bir deniz. Hepimizin farklı yönlere gidip başka başka kıyılara varabildiği, bazı yolların diğerlerinden daha mutlu edip yemek yemeyi bile unutturabildiği, şöhret, ödül ve takdirin bizi yapmanın ve keşfetmenin gerçek tatmininden daha fazla meşgul edemediği sonsuz bir deniz.
O denizde çok iyi yüzmek kadar, uzanıp bedeni suya teslim etmek de bizi hayatta tutar.
Ege