Ara sıra siz de kendi çocukluğunuzdaki dünyayı özlüyor musunuz? Özellikle yaşı 30’u aşmış olanlara soruyorum. İnsanların açık-kapalı her mekanda sigara içtiği, anahtarlarını paspas veya saksı altına bırakabildiği, arabalarda bebek koltuğunun kullanılmadığı, emniyet kemeri takmanın pek önemsenmediği, organik kelimesinin bilinmediği, çocukların seyyar satıcılardan şeker filan alıp yediği ve okul başarısının anneler arasındaki temel gündem maddesi olmadığı o bilinçsizlik ve tehlikelerle dolu dünyayı!
Hatırladığım kadarıyla 90’lı yıllara dek şehirde yaşam böyleydi ve böyle olması o zamanın büyüklerine de çocuklarına da muhtemelen son derece normal görünüyordu. Sonuçta Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde verilecek tavizlerden birine (kokoreç) şarkı yazılmış bir ülkede yaşıyoruz.
Fakat son yıllarda güvenlik ihtiyacımız o derece arttı ki, her insanı potansiyel bir tehlike, her bilinmezliği bir tehdit gibi algılamaya başladık. Artık her seçimimizden en doğru, en etkili, en sağlıklı sonucu bekliyoruz. En iyi okul değilse çocuğumuzu yollamak istemiyoruz. Garantisi yoksa o işe girmiyoruz. Tam hayalimizdeki partner değilse ilişkiyi uzatmıyoruz. Rahatımız bozulacaksa ayrılmıyoruz. Sonuç istediğimiz gibi olmayacaksa hiç denemiyoruz. Söz verilmemişse o lafa inanmıyoruz. Hatta söz verilse bile bazen ıslak imzayı görmek istiyoruz. Sigorta yaptırıyoruz, dikenli tel çektiriyoruz, çelik kapı yetmiyor alarmlar taktırıyoruz.
Güvenlik ihtiyacı türümüzün en temel, en doğal ihtiyaçlarından biri. Ama ihtiyaç nerede bitiyor, ihtiyaç fazlası ne ara başlıyor, son yıllarda sanırım hiçbirimiz pek ayırt edemiyoruz. Her şey tehlikeyi bertaraf etmek için. Bunca güvenlik önlemi ve bilinçli kaygının arasında kaybettiğimiz şey ise ya risk almanın getirdiği heyecan ve macera duygusu oluyor, ya da hayatın iddia edildiği kadar tehlikeli olmayabileceğine dair o mayhoş gamsızlık.
Siz güvenlik için neleri feda ediyorsunuz?
Ege