Geçenlerde bir arkadaşım, lisede gözlerinin bozuk olduğunun ortaya çıktığı dönemden bahsediyordu. Numaralı gözlüğüne kavuşup da okula gittiği ilk gün tahtaya baktığında her şeyin, bütün sayıların ve harflerin net oluvermesi onu rahatlatmıştı. ”Sonra kafamı çevirdim ve pencereden dışarı baktım” diye devam etti anlatmaya. ”O anda ağaçların yapraklarını fark ettim. Ama beni asıl şaşırtan şey yaprakları tek tek görebilmek değildi. Bunca zamandır göremediğimi fark edememiş olmaktı.”
Bu konuşma beni çok etkiledi. En çok da, son dönemde epeyce güncel hale gelen farkındalık dediğimiz şeyin, sandığımız kadar kolay ve otomatik olduğundan şüphe duyduğum için. Basit bir göz bozukluğunun bile fark edilmesi, bozulmanın 1. gününde olamadığına göre, etrafımıza alışmak, deneyimlerimizin doğasını yavaş yavaş kanıksamak belki de düşmekten pek kaçamadığımız bir varoluş kuyusu. Tahammül seviyemizin dibini görmeden çıkamıyoruz. Bazen sıfırı tükettiğimiz halde çıkamıyoruz. Bazense hiç çıkmamak daha konforlu geliyor, veya en azından daha tanıdık.
Dolayısıyla moda bir kavram olarak farkındalığın vaatlerini yerine getirmemizin de sanıldığı kadar kolay ve otomatik olamadığını düşünüyorum. Mesele sadece hamburgerin ilk lokmasında gizlenen bütün tatların, yağmur sonrası toprak kokusunun veya tenimize temas eden yumuşak bir giysinin farkına varmayı seçmek değil. Farkına varmamayı seçtiğimiz tüm diğer anlarda kendimizi nelerden koruyor, nelerden mahrum bırakmayı seçiyor, nelerle oyalıyoruz? Farkındalığın sınırları, nesneyi veya insanı fark ettiğimiz anda değil de, neden o ana dek fark etmediğimizi düşünmeye alan açtığımızda genişliyor bence.
Ege