Bir arkadaşımın kitapçısındaydım. İçeri, kendinden emin adımlarla orta yaşın biraz üzerinde bir beyefendi girdi. Arkadaşım “Sizi mutlaka tanıştırmam lazım.” dedi. Sohbet etmeye başladık. Çeşitli görsel konularda fazla eleştirel ve bu durumu adeta meşru kılacak şekilde bilirkişi tavrındaydı. “Sizin alanınız ne?” diye sordum. Alçakgönüllülük kılıfıyla o kocaman egosunu saklamaya çalışarak gülümsedi ve şöyle bir cevap verdi: “Ah, utanırım söylemeye.” Yüzüne baktım ve “Bu durumda sizi tanımadığım için ben mi utanmalıyım?” dedim. Hiç beklemiyordu, utandı. Sohbetin kalan kısımlarında yaptığı işleri gayet güzel anlatabilmiş olmasından bahsetmeyeceğim. Konu, bu beyefendinin belirli bir grubu temsil ediyor olması: kendini fazla önemseyenler.
Hiç şüphesiz bir insanın başarılarından onur duyması, kitlelere ilham vermesi çok güzel bir şey, ancak kendini yalnızca bununla tanımlıyor olması biraz sakıncalı değil mi? Bu beyefendinin tutumunun altında yatan tek gerçek, bir sanatçı olarak herkesin onu tanıması gerektiğine inanmasıydı belli ki. Peki diyelim o işleri yapmadı? O zaman bir hiç mi olacaktı?
Ya da diyelim ki işlerini sunduğu şehir olan İstanbul’da değil de Madagaskar’da tanışsaydık, bana yine “Ah, utanırım söylemeye” diyebilecek miydi? Düşünün karşısındaki insanın aklından hangi ihtimallerin geçeceğini!
Kendini fazla önemsemek, kendine değer verme konusunda ciddi sıkıntıların olduğunun kanıtı diye düşünüyorum. Çünkü ortada bir koşul var. Buradaki koşul da sanatıyla takdir edilmek. Yani kibir, kendine güven duymanın, değer vermenin tepe noktası değil aslında, en derinlerde oraya hiç gelememiş olmak.
Geçen gün yoga dersinde “Odada kapladığınız yerin farkına varın” cümlesini duyduğumda tam da bunları düşündüm. Kapladığım o alanın hakkını vermek ama bütün odayı kapladığımı zannetme budalalığından da her zaman uzak durabilmek. Amaçlanan his bu muydu bilmiyorum ama dünya da zaten bizim bir şeylerden ne anladığımızdan ibaret değil mi?
Hayatta herkesin, taçsız krallıklara benzetilen kibirden uzak yaşayabilmesi dileğiyle,
Begüm