Bir zamanların kulağa en klişe gelen hobilerinin yavaş yavaş şekil değiştirdiği bir dönemdeyiz. Bana öyle geliyor ki eskisi kadar kitap okumuyor ve eskisi gibi müzik dinlemiyoruz. Kafalar dağınık. Yapılabilecek çok şey, takip edilecek çok insan, hiçbir şey olmadı Netflix var. Kendinizi düşünün, en son ne zaman bir hikayenin içine çekilip zamanı unutacak kadar dipsiz bir iştahla kitap okudunuz? En son ne zaman, hayata fon olsun, bir şeylere eşlik etsin diye değil de, gerçekten seçtiğiniz ve sevdiğiniz için müzik dinlediniz?
Hepimiz elbirliğiyle yarattığımız kalabalığın ve gürültünün içinde kendimizi arıyoruz oysa. Anlamlı bir şeyler bulmak istiyoruz. Seçenekler çoğaldıkça daha da umutsuz bir açlıkla. Geçenlerde rastladığım bir yazıdaki “sevmediğiniz kitabı okumaya devam etmeyin” tavsiyesi belki de bu yüzden aklıma takıldı. Arayışlarımıza nasıl sinsice kurallar koyduğumuzu hatırladım. İç dünyamıza gereksiz yere müfettiş kesilmeye nasıl da yatkın olduğumuzu bir kez daha hissettim.
Fazla uzadığını düşündüğümüz bir müzik parçasını tek dokunuşla geçivermek veya ilk 15 sayfasıyla darlandığımız kitabı bir kenara bırakmak bence de kendimize karşı dürüst olmaya izin vermenin en basit halleri. Peki sevmediğimiz şeyleri değiştirmenin gittikçe kolaylaşması, acaba nasıl etkiliyor bizi? Seçenek fazlalığı, gerçekte neleri sevdiğimizi daha net görmeye yardımcı mı oluyor, yoksa yaptığımız seçimlerin doğruluğunu sorgulamaya iten bir kaygı okyanusuna mı itiyor bizi?
Ege