‘’Para sorun olmasaydı, hayatını nasıl geçirmek isterdin?’’ Bugün bu soruyu önce siz cevaplayın. Sonra fırsatınız varsa çevrenizdeki birkaç yetişkine sorun. Öyle ayaküstü, aceleyle olmasın ama. Zaman ve alan açın. Sessizliğinizi armağan edin. Bırakın önce kendi zihniniz, sonra da sorduğunuz kişinin zihni bu geniş özgürlük alanında rahatça koşsun. Muhtemeldir ki ‘Hayattan bir beklentisi var mıdır acaba?’ diye düşündüğünüz nice insanın gözlerinde, daha önce hiç görmediğiniz türden bir ışıltı göreceksiniz. Para, o en büyük engelimiz hayat denkleminden sınırdışı edildiğinde hepimizin içi pır pır.
Aile, çevre, eğitim sistemi, hayatı istediğimiz şeyleri yaparak geçirmenin parasız geçirmek demek olduğuna dair öyle güçlü bir inanç yerleştirmiş ki içimize, alternatif sesler ne derse desin bu inancı bırakmaya yanaşmıyoruz. Yeter ki benzerlerimizinkine denk bir evimiz, işimiz, statümüz olsun. Geleceğimiz garantide olsun. Kimse bizi ayıplamasın, küçümsemesin, dışlamasın. Aman ortalamayı tutturalım. Hatta mümkünse üstüne çıkalım. İnsanlar bize saygı duysun, bizi sevsin, takdir etsin.
Sorunumuz para değil bence. Sorun bütün bunlar. Başkaları adına kendimizden beklediğimiz şeyler asıl sorun. Başkaları için yaşamak. Başkalarının beğenisini tutturmaya çalışmak. ‘Ben’ olmayanın önceliklerini ‘ben’in önüne koymak.
Yapmayı çok istediğimiz şeyleri yapmamızın önündeki engelin para olduğunu düşünüyorsak, belki de kendimizi kandırmak kolayımıza geldiği içindir. Öyle ya, bizim keyifle yaptığımız nice önemsiz şeye kimin ihtiyacı var? Daima en güçlünün, en akıllının kazandığı bir ekonomik sistemde, ‘önemsiz’ ve ‘iddiasız’ olanla şansımız olamayacağını düşünmek alışıldık bir refleks.
Oysa paranın kötücül bir amaç olduğuna, sistemin ezip geçmeye kurulduğuna inanabilir, bununla birlikte, ‘kutsal’ bir ekonominin mümkün olduğunu da savunabilir insan. Charles Eisenstein yıllardır bunu yapıyor. Yeteneklerimizi, dünyayı daha güzel bir yer haline getiren hediyeler olarak yorumluyor o. Hep daha fazlası için dünyanın sınırlı kaynaklarını ve yeryüzündeki sınırlı zamanımızı sömürerek yaşamak yerine, aynı bütünün birer parçası olduğumuz fikrini hatırlatıyor. Toplum olmanın, kazara aynı yerde yaşayan insanlar olduğumuz için değil, anlamlı ve birbirini destekleyen ilişkiler kurabildiğimiz zaman mümkün olduğunu hatırlatıyor.
Tam da bu noktada, ‘’Ohoo bu topluma daha çok var’’ diye düşünüyorsanız, umutsuzluğun ve kayıtsızlığın o üstten bakan, pasifliğe sevkeden iç sesini fark edin. Hepimiz genellikle onu dinlediğimiz için, hayatlarımız genellikle hep aynı. Yeni bir toplum, birilerinin bizim için hazırlayıp hizmetimize sunacağı, sunmakla görevli olduğu bir şey değil. Biz bunu gerçekten istediğimiz zaman, kendimiz yapacağız. Her gün, her türden ilişkimize getirdiklerimizle.
Ege