Geçen hafta tek kelimeyle nefis bir konsere gittim. Salondaki herkes benimle aynı fikirde miydi bilemem ama, birileri vardı ki ısrarla bu tadı bozmaya çalışan. Evet, ellerinde telefon o anı kaydetmeye çalışan gruptan bahsediyorum. Defalarca uyarılmalarına rağmen, görevli yanlarından ayrılır ayrılmaz haylaz öğrenciler gibi telefonlarına sarılan bu grup kendi eğlencelerini sabote etmekle kalmayıp benimkine de engel oluyorlardı. Bu anlamsız kaydetme güdüsü yüzünden o konseri sahneye bakarak izlemek yerine ışıklı, aptal bir çerçeveden izliyordum adeta. Kendimce oturma pozisyonları deneyerek o görüntülerden kurtulmaya çalıştım.
Geçen ay gittiğim Audrey Hepburn sergisinde yaşadığım o hissi düşündüm sonra. Girişte “Fotoğraf çekmek yasak” bilgisi hatırlatıldığında gülümseyerek tabii demiş ancak “eyvah fotoğrafların fotoğrafını çekemeyecek miyim” düşüncesine engel olamamıştım. Sonuçta, evet çekememiştim. Ve bu yüzden belki de en iyi hatırladığım sergilerden biri o oldu. Çünkü içime sindire sindire baktım hepsine. Kaydedeyim, sonra istediğim zaman bakarım aldatmacasıyla kendimi kandırmadım. Uzun uzun baktım, düşündüm, gülümsedim. O anlara, o elbiselere ilişkin anekdotları yavaş yavaş okuyup, kendi bildiklerimle bir araya getirdim. Hikayeleri uzattım, ve bir sergiden keyifli ve aklımda birçok kare kalarak ayrıldım.
Şimdi sorarım, Hiromi Trio konserindeki o kayıtçılara, izlediniz mi o çektiklerinizi sonra? Ve o mekanik ses ve görüntüler sizi gerçekten tatmin etti mi?
Hepimizin gerçek hayatımızla kendimiz arasındaki ekranı bir an önce kaldırmamız dileğiyle,
Begüm