Geçen hafta Ege ve Akdeniz arasında bulunan güzel Söğüt’teydim. Çirkin beton binalardan nasibini almamış olan bu yer, doğallığıyla beni büyüledi. Sessizdi, dingindi, kendi halindeydi. Bütün bu duygularla ne kadar mutlu olduğumu, yakaladığım o huzuru bozan şeylere ise nasıl hoşgörüsüz olduğumu düşünürken karşıma bir makale çıktı. İçedönük insanların kortikal uyarılma seviyelerinin daha yüksek olduğu ve görsel-işitsel uyaranlara daha güçlü bir biçimde cevap verdiklerinden bahsediyordu. İşte bu durum kalabalık ortamlara, sevmediğim müziklere, telefonunun uyarı sesi açık canlılara ve kulaklığından dışarı yayın yapanlara karşı tahammülsüzlüğümü mükemmel bir biçimde açıklıyordu.
Söğüt’ün “müzik”sizliği, “ses”sizliği bu yüzden beni çok mutlu etti. Burada yanlış anlaşılmak istemem. Sandalyenin üzerine çıkıp teybe Barış Manço kasetleri koyduğum çocukluğumdan, bir müzisyenle evlenmeye kadar uzanan hayat yolculuğumda müzik hep çok değerli bir kavram oldu benim için. Hayatımın bir çok anını daha heyecan verici, daha anlamlı kıldı. Ve kılmaya da devam ediyor. Ancak benim lafım kendi seçimimiz olmayan kötü müziklere, başka bir deyişle gürültüye maruz kalmaya. Gayet tabii iyi-kötü kavramı bizlerin bireysel zevklerimizle belirlediğimiz şeyler. İşte tam da bu yüzden mekanların boş bir zemin -sessizlik- verebilmesini önemli buluyorum. Onu istediğimiz müziklerle doldurmak da, dalgaların sesini dinlemek de bize kalmalı.
Bütün bu “maruz kalma” meselelerinin tam karşısında duran seçimler var hayatta. “Ses”sizliği seçen mekanların çoğalması ve -sız ekinin bazen -lı ekinden çok daha iyi bir seçim olduğunun hep hatırlanması dileğiyle.
Begüm